Mekân, bir yanıyla hafızayla iç içedir. Mekân ve hafıza arasındaki ilişkiyi, sonsuza dek sürecek bir ortaklığa benzetebiliriz. Mekân ve hafıza birbirini besleyerek iki koldan oluşturdukları olguyu, durumu ve etkileşimle hem derinleşmeyi hem de birbirlerine verdikleri gücü yan yana koyarsak ayrılmaz ve parçalanamaz bir ortaklığın izlerini görürüz. Bu izlerin oluşturduğu anlamların karşılıklı olarak bahşedilmesi oluşan ortak havuzun kalıcılığı olarak okumak gerek. Mizgîn Ronak şiirinde sınırları belirli bir mekânın varlığından bahsedemeyiz. Hafıza ve mekânın içe içe döküldüğü havuza –önce mekan sonra hafıza- verilen tepkinin sonucu olarak “dışsal/dışarı” olanla iletişimi görüyoruz.
Tabii bu mekânın imlediği alıkoyma, zor, baskı ve onun karşısında konumlanan dışarıyla -soyut olanla- kurulan bağlantının işleyişini görüyoruz. Yazar için soyut olan mekân/ların okurda somutlaşması; gerçekle, soyut arasındaki mesafenin aşılmasının başarılı bir örneğidir. Şairin dizelerinde mekana dönüşenler soyutken; dışardaki için somut mekanlardır. Bahar mevsimini (başlangıcı ve bitişi bilindiğinden) bir mekân olarak ele almak yerinde olabilir. Sırt sırta vermiş sıra dağların yeryüzünde kapladığı alan bir mekanın tüm tanımlarını karşılayabilir. Mekân sınırlarla belirlenir: Çöl bir mekândır, okyanus da öyle. Bazı mekânların sınırlarını belirlemek ve o sınırları aşmak için bir ömür yetmeyebilir. Kâinatta tespit edilmiş milyonlarca gezegen gibi, sınırları belli olan dünyalar misali…
Hafıza mekânları hatırlamakla var oluyor, hatırlayarak yaratılmış olan hafıza mekânlarını oluşturuyor. Ronak, şiirlerinde oluşturduğu hafızayı içerden ürettiğinden, imgelerin ve metaforların bir boyut kazanıp somutlaştığını söyleyebiliriz. Böylece, zor ve alıkoymayı imleyen bir mekan çıkar karşımıza. Ancak şair bilincinden, yüreğinden damıtarak oluşturduğu dizelerle bu mekanın dört duvarını tuzla buz eder, bize dayatılanın karşısında dik duruşunu gösterir.
Bu karşı duruşun göstergesi olarak duyduğumuz şeyin slogandan, kuru gürültüden uzak imleyişi şairin gücünü göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Aynı zamanda şiirlerinde okura gösterdiği, içeriyi soyutlaştıran metaforlardan, imgelerden uzak durması, bize var olanın içindeki savaşını ve karşı duruşunu nasıl pratikleştiğinin ipuçlarını göstermesi anlamında da önemlidir. Şair özlemlerini ve yarasını zalimlerin sembollerine bulaştırmadan yaşar ve bu bağlam üzerinden yürümeden savaşını verir. Özgürlük taraftarları ve erk olanın arasındaki savaş, sabırdan çok dik duruşla ve sağlam bir bilincin verdiği güçle sürdürülür. Şair eserlerinde içinde bulunduğu mekanı imleyişine bakınca açıkça başvurduğunu ya da sırtını yasladığını görmüyoruz. Ait olmadığı mekana sırtını zekice çevirmesi, reddedişinin açıklamasını ayakları yere basan, iradenin dışavurumu olarak görüyoruz. Şiirinde evet’ten çok hayır’ın olması yukarıda göstermeye çalıştığım düzlemin kodlarını veriyor. Onaylamak kolaycılığından sakınmış şair, içinde bulunduğu mekana sırtını dönüşü ve dışarıyla olan soyut bağına rağmen bundan vazgeçmemesi verdiği savaşın başka bir rengi olarak karşımızda tüm çıplaklığıyla duruşu yürüdüğü yolun kodlarını alttan alta okura hissetmesi bakımından, okurla girdiği iletişimin gücünü de bize gösteriyor.
Mizgîn Ronak son kitabı “Kirasê Heyvê” adıyla Aram yayıncılıktan yayımlandı. Kitap dört bölümden oluşuyor. Her bir bölüm hem nitelik hem de nicelik olarak başlı başına bir kitap ağırlığında. İlk bölüm “Ewran çavên me dizîn” okura merhaba diyor. Yüz otuz dokuz şiir okuyoruz ilk bölümde. Ronak modern şiirin nasıl yazılacağını iyi biliyor. Şiirlerin ve dizelerin kısalığı, dizelere yüklenen anlamın bir zincirin halkaları gibi gibi adım adım ilerleyişi; modern şiirin ne olduğunun şairin cephesinde çözüme kavuştuğunun ilk ispatı. Bir bütün olarak ele aldığımızda hem akışı hem de vermek istediği manayı bulandırmadan verişi de ikinci ispat olarak değerlendirilmeli. Birinci bölümde farklı şiirlerden dizeler okuyacağız. Biçim/form ve anlamın birbirine ustaca bağlanması ve bu bağlam üzerinden ahengin, ritmin paralel olarak ilerleyişini, birbirinin arkasından delice koşmadan, oluşan derin boşlukların minimal düzeye indirişini okuyoruz. Şimdi birkaç dize okuyalım; “cam kırıldı/yoksa gece ateşimiz mi çıktı”[Camşikestî r.45], “yıldızları da ağaçları da/gitme demiyorum yalnız pencerenin önünden kalkma”[Havîna dilfirtone r.47], “ay penceresini kapattı/yüzünü bulutlardan perdesiyle örttü”[Perdeyan ewran r.21].
Okuduğumuz dizelerin sözcükleri: cam, pencere ve perde. Pencere içerden dışarıya bakmamız için kullanılan bir araç, dar bir alandan geniş bir alana açılan dört köşe bir yapı. Şair içerden dışarıya pencere metaforuyla anlatımı gerçekleştiriyor. Dar, sınırları çizilmiş bir alandan sınırsız geniş bir açılıyor. Perde imgesiyle de içerisini sınırlayıp dışarıyla arasına mesafeyi koymayı ihmal etmiyor. Cam imgesi de zayıf ve kırılgan bir savunmayı hatırlatıyor. Kitabın imgeleri bana bir binanın farklı parçalarını anımsatıyor. Dışardan bakınca bir bütün, içerisi ince işçiliğin, ayrıntının ferasetiyle nakşedilmiş. Her imge başlı başına özek bir alan oluşturuyor.
Foucault’a göre “iç mekân” ve “dış mekân” tespiti, şimdi ve gelecek arasındaki erozyonun sürecini anlamak için yol göstericidir. Onun “dış mekân’ı içinde yaşadığımız, bizi kendi dışımıza çeken, erozyona uğratan, bizi yontan ve azaltan heterojen bir olgudur. Foucault’un mekân tasvirinde, şiirsel mekânların kaybıyla ilgili ipuçlarını okuyoruz. Bu gösterilen işaretler dikkati mekanın ontolojisine bakmamıza yardımcı bir araç olarak bakmak gerek, geçmiş zaman ve şimdinin arasındaki yolun erozyona uğraması bizi bireyin törpülenmesine kadar görmemesi için bir engeli varlığından da söz edemeyiz.
Şair çağımızın uzun vadeli bir öldürme ve sindirme mekanı olan zindanı dizelerine düşük bir yoğunlukta taşıyor, şimdiki zamana fazlaca tutunmadan varlığını ortaya koyuşu her iki zamanın arasındaki erozyonun sonucu olarak: gelecek hakkındaki belirsizliği de imlediğini belirtmeden geçmeyelim. Şairin şiirlerinde mekânın kontrolünden uzak duruşu onun şimdiki zamandan uzaklaşma istediğini önümüze koyuyor. Mekânın baskısını ötelemesi, mekânın hâkimiyetini en aza indirgemesi bakımından üstü örtük bir tarzla işlemesi yukarıda belirttiğim “sırtını dönmeyi”, “reddedişi” “hayır”ı doğruluyor. Eğer şair mekânın kontrolünü arzulayıp, hâkimiyetini kurmuş olsaydı zamanla eserlerin mekânın içinde acı bir döngüye evirilişini okuyor olacaktık. Bu da kedinin kuyruğunun etrafında dönüşünü bize hatırlatacaktı. Mekan ve zaman ilerleyen süreçle geniş bir sahaya dönüşür ve etkisini dışsal zihinle doldurması kaçınılmaz olur. Her zaman sorguladığım, belki sadece meraktandır, tekrarlayan dizeleri nereye koymak gerek? Ya da hangi yaklaşımla değerlendirmek gerek? Bu soruların cevabı Mizgîn Ronak şiirlerinde karşılık buluyor. İlk sorunun cevabı aşağı yukarı, tekrarlayan dizeler şiirin melodisi ve ahengi içindir. İkinci sorunun ise kişiye göre farklı cevapları olabilir.
Gün içindeki alışkanlıklarımız, her zaman icra ettiğimiz pratiklerimiz bize tekrar olanı işaret eder. Sabah kalkıp işe gitmek gibi, yemek saatlerimiz, arkadaşlarla sosyalleşme alanlarında geçirilen zaman vs… Günlük rutinlerimiz, ister istemez, tekrarın bilinç üstü varlığını hep diri tutuyor. Bazı yaşamlar vardır tepeden tırnağa disiplinle yaşanmıştır ve bunun için ciddi bir emek sarf edilir. Bu emek çoğu zaman aklın dinginliği için yapılan disiplindir. İçeride fizikten çok aklın korunmasına yönelik bir mücadele verildiğini hatırlatmakta fayda var. Bu sebeple ruhun ve aklın ahengini korumak için disiplinli bir yaşam olmazsa olmazlardandır. Çok dar bir alanda, sayılı adımların atıldığı, aşağı yukarı aynı pratiğin gerçekleştiği bir ortamda şiirin formunun da sesinin de etkileyeceği bir gerçek: Otuz yıl! Tekrarlayan dizelerin varlığını, her gün cereyan eden pratiğe yaslarsak, şairin yaşamıyla doğru orantılı bir çıkarım yapmış oluruz. Bunun ötesinde de “işaret etmek” ve dikkat çekmek için kurgulanmış olmalıdır.
Bu şiirlerin öznesi dışarıdır ve dışardadır. Özne doğadadır, orayı ister ve hiç ayrılmaz. Annenin yüreğindedir, toprağın üstünde, bulutların içindedir… Soyuttur, ta ki dizlerde can buluncaya kadar. Bu da bizi pastoral olana götürür. Çok renkli bir cümbüşten bahsedemeyiz, grinin tonları hükmünü ortaya koyar. Nereden yaralıysak oraya dönüyor yüzümüz… Kim bilir, yazmak belki de öznenin ruhuna da aklına da dermandır, kendine dönüşün anahtarıdır.